"Depremin doğal afet olduğunu hepimiz biliyoruz” diyen İmamoğlu, “Deprem, bir kader. Yani kaderin içerisinde olduğu net olan, bir gün karşımıza çıkacak olan bir süreç. Doğanın bir kuralı. Sadece Türkiye'ye has bir durum da değil. Dünyanın birçok coğrafyasında, insan tarihi boyunca var olan ve bundan sonra da var olacak bir gerçek. Ama kader olmayan bir şey var: O da binaların yıkılması, insanların ölmesi… Bu kader değil. Her şeyi oluruna bırakıp, ‘Kaderimiz’ deyip, sadece kader üzerinden yorum yapan insanların bu toplumu, insanlığı çaresizliğe, umutsuzluğa sevk etmelerini şiddetle kınıyorum. Kaldı ki, inancımızı da öyle bir kısır söyleme hapsetmeye çalışanları da kınıyorum. Akıl ve bilim, bizim inancımızın bize gösterdiği ilk yolculuktur” ifadelerini kullandı. Deprem bölgesindeki büyük yıkımı, 5 gün boyunca yerinde gözlemlediklerini kaydeden İmamoğlu, “Peki ne yaptık biz buraları yönetirken? Kim yönetti? Hükümet kimlerdi? Belediyeler kim? Bizler nasıl imaller yaptık? Böyle bakmayacak mıyız sürece? Böyle bakmayacağız. Efendim akşamdan sabaha, ‘Biz, 1 yılda bina yapacağız. Yani gene nereye döneceğiz? ‘Kaç metrekare alacaksın? Nasıl bina yapacağız? Nerede yapacağız? Kaç kat olacak’ vesaire. Bırakın bu beton kafalılığı. Bu beton anlayışı” şeklinde konuştu.
İmamoğlu, Karagöz’ün Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremle sarsılan bölgedeki izlenimleri, yaşananlar, tartışmalar ve olası İstanbul depremiyle ilgili sorularını yanıtladı. İmamoğlu’nun Karagöz’ün sorularına verdiği yanıtlar özetle şöyle oldu:
“‘Hayata nasıl katkı sunabiliriz' diye yola çıktık”
“Depremin ikinci günü oradaydık. Bölgeyi, Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu ve belediye başkanlarımızla beraber tümden dolaştık diyebilirim. Bu coğrafyada vatandaşlarımızla bir arada olmak, onların dertlerini dinlemek, sıkıntılarını hissetmek önemliydi. İnsanların umutları vardı. Can kurtarma çabası içerisinde olan bütün arama-kurtarma ekiplerine minnet duygularımı iletmek istiyorum. Cansiperane bir çaba gösterdiler. Olabildiğince, kurtarabildikleri kadar insan kurtardılar enkaz altından. Ama diğer yanıyla da ne yazık ki haber alamadığımız ve hayatını yitiren on binlerce de vatandaşımız söz konusu. İster istemez insan çok etkileniyor. Ben de çok etkilendim. Her giden etkilendi oraya. Orada konakladık. O bölgede akşam geçirdik, gündüz kalktık. ‘Hayata nasıl katkı sunabiliriz' diye tekrar yola çıktık. Sokakta yürüdük, caddede yürüdük insanlarımızın arasında. Tabii ilk akla gelen, ‘Hayat ne zaman normale dönecek? Bu coğrafyada ne yapmalıyız? Tekrar hayatı nasıl kurmalıyız? Nasıl organize etmeliyiz? Bu sorumlulukla çevreye baktık, vatandaşlarımızla buluştuk. Elbette biz de dönem dönem o ortamın verdiği duyguyla, ‘Acaba başarabilecek miyiz? Yapabilecek miyiz’ sorusunu sorarak aslında bu söylediğim sorgulamaları yaptık.”
“Şanlıurfa’da bir çocuk karşıma dikildi ve…”
“Çoğu zaman biz çocuklara soru soramadık. ‘Biri mi yok acaba yanında’ ya da ‘Etrafında birini mi arıyor’ endişesiyle çocuklarla o acısını hissettirecek soruları biz soramadık. Bizim boğazlarımız düğümlendi ve sadece belki sarıldık ama öyle enteresan çocuklar karşımıza çıktı ki. Şanlıurfa’da bir çocuk karşıma dikildi ve şunu şöyle biliyor musunuz? ‘Başkanım’ dedi ‘Biz evimize ne zaman gideceğiz. ‘Ne zaman gideceğiz’ sorusuna tabii cevap vermeyiz. ‘Evinize bakıyoruz, işte sağlam mı değil mi’ dedim. ‘E peki ne zaman cevap alacağız’ dedi. Böyle bir kalabalığın içerisinde o kadar cesurca, 5-6 yaşındaki çocuğun çok kritik bir sorusu vardı. Aslında depremin ortaya koyduğu manzaranın net özeti bir soru biliyor musunuz? Bir çocuğun, o çocuk aklıyla anlamlandıramadığı, cevap aradığı soru, aslında depremin bize yaşattığı, bize yaşattığı acıların cevabının bulunması gereken soru. Çokça ‘Okulumuza ne zaman gideceğiz’ diyen çocuklar, ‘Arkadaşlarımızla ne zaman buluşacağız’ diyen çocuklar… Yani yaşamın aslında zorlukları o kadar çok fazla önünüze diziliyor ki, döndüklerinde bir bakacaklar ki çevresindeki birçok yakını, birçok arkadaşı sıradaki, sınıftaki arkadaşı, sokakta oyun oynadığı bir arkadaşı yok, gitmiş, hayatını kaybetmiş. Bu travmalarla, bu psikolojik sorunlarla boğuşacak bir kitleyle bir arada olduk. Sadece çocuklar değil; kadınlar, anneler, çare bulmaya çalışan anneler, eşlerini kaybetmiş, yaşama tutunmaya çalışan kadınlar… Yine bütün ailenin sorumluluğunu üstüne almış, acılarına rağmen sorumluluk duygusuyla ‘Ne yapabilirim, ne yapmalıyız’ duygusuyla çare arayan babalar… Yani toplumun her katmanının aslında bize sorup, sorguladığı bizim de düşünmemizi ve bir kez daha çok ciddi düşünmemizi sağlayan çok ııı derin ilişkiler yaşadık.”